19 Aralık 2010 Pazar

akademik makale II

Âşıkpaşazâde Târihi’nde Hâkimiyet Terminolojisi


Sipâh-ı dîn-i İslâm Âl-i Osman
Bularun meddahıdur cümle sultan
Bu âlün din kılıcı var elinde
Gazâyı ana verdi gani Subhan


Âşıkpaşazâde


Giriş

Osmanlı’nın devlet etme diline yöneltilen bakışlar, onun hâkimiyet anlayışının yansıdığı kaynaklara tekdüşmek durumundadır. Biz de böyle bir arayış içinde, Osmanlı kroniklerinin kılavuzluğuna başvurarak, kendimize belli bir eser ve periyot tespit ettik. İnceleme konusu yaptığımız eser, onbeşinci yüzyılın son çeyreğinde kaleme alınmış olan Âşıkpaşazâde Tarihi; ve eserde yakından bakacağımız dönem ise –yazarın bizzat şahit olduğu– II. Mehmed hükümranlığı oldu. Âşıkpaşazâde Tarihi’nin, doğrudan Osmanlı tarihini konu alan, hâlihazırdaki ilk kronik olma özelliği anılan tercihimizi biçimlendirmiştir.

Daha önceleri de çeşitli vesilelerle başvurduğumuz kroniği, bu kez ifade ettiği hâkimiyet terminolojisi açısından inceledik. Söz konusu kavramlar, büyük çoğunlukla yazarın manzum mısraları arasında konumlanmıştı. Başka bir ifadeyle, Osmanlı hâkimiyet söylemi, yaşanan ve yaşanacak vakaların soyutlanmasına gidilerek yaratılıyor gibiydi; bu dil ve kullanılan terminoloji, hem pratik hayatın dayattığı ihtiyaçları hem de planlanan ve idealize edilen yarınları anlamlandırıp biçimlendirmiş olmalıydı.

Çalışmamızda, Osmanlı hâkimiyet terminolojisinin temel bileşenleri olan kavramları, kroniğin ilgilendiğimiz II. Mehmed devri sınırları içinde irdelemeyi uygun bulduk. Ancak, aşağıda görüleceği üzere özellikle kuruluş dönemiyle ilgili sayfalar aracılığıyla bütünsel algılamayı yakalamaya çalıştık. Çalışmamızda, önemli bir örneklemden yola çıkarak, büyük resme ilişkin anlamlı değerlendirmeler yapmak niyeti ve ümidini taşıyoruz. Ancak, dilbilim-tarih ilişkisinden ilham alan bu çalışmada denenen yöntemin, muhtemel eksiklerinin mahfuz tutulduğu ve yaratıcı katkılara açık olduğunu hatırlatmayı ödev biliriz.

Âşıkpaşazâde’de II. Mehmed devri boyunca kullanılan Osmanlı hâkimiyet terminolojisi kronik yazarı tarafından nelere dayandırılmış, nelerden neşet etmiştir? Bu meselenin cevaplarını arama amacıyla kronikten edinilen verileri bir araya getirdiğimizde ortaya koyduğumuz tespitler ile eserin ilgili bölümü üzerinde muhtevâ analizi biçiminde yaptığımız çalışma, neredeyse birebir örtüşmektedir. Neredeyse, dememizin sebebinde kayda değer bir ayrıntı bulunmaktadır. Çünkü, ilk aşamada kapıldığımız bir fikir, muhteva analizinde –küçük bir farkla da olsa– değişikliğe uğramıştır. İzaha çalışırsak, elimizdeki verileri dikkatle okuduğumuzda, Âşıkpaşazâde’nin, tarihinde Osmanlı hâkimiyetini üç temel kavram çerçevesinde ifade ettiğini gördük. Bunlar; gazâ/gâzi, âl ve İslâm kavramlarıydı. Açıkçası bu kavramlar bizi, iki noktada şaşkınlığa uğrattı. Birincisi sülale, hânedan, soy anlamlarına gelen âl kavramının az-çok bildiğimizi düşündüğümüz Âşıkpaşazâde Tarihi’nde bu kadar baskın olarak kullanıldığını daha önce fark etmemiştik. Diğer taraftan, yukarıda neredeyse, diyerek şerh düştüğümüz anlamıyla, metni okuduğumuzda edindiğimiz bütünsel intibâ, gâzi ve gazâ vurgularının, hânedan vurgusuna göre daha belirgin olduğu yönündeydi. Halbuki, kelimeler çerçevesinde gittiğimiz muhteva analizinde, âl kavramının gâzi/gazâ kavramlarına göre daha sıkça kullanıldığını tespit ettik. İslâm, Müslim ve Müslüman kavramlarına gelince, ancak öncekilerin yarısı kadar kullanılmıştı.

Tamamına yakını manzûm satırlarda geçen yukarıdaki ve yukarıdakileri pekiştiren diğer hâkimiyet kavramlarını Âşıkpaşazâde, tahmin edileceği üzere âdeta birbirine bağlantılı, birarada ya da ardışık olarak kullanmıştır. Dolayısıyla, nesrin ve beyitlerin anlam bütünlüğü, onların sözkonusu birlikteliklerinin yarattığı evrenle oluşmaktadır. Âşıkpaşazâde’nin satırları esas olarak, âl ve gazâ kelimelerinin taşıdığı anlamlarla biçimlenmiş durmaktadır. İslâm/ Müslim/Müslüman kavramlarının âl ve gazâ kavramlarından ayrı olarak müstakilen taşıdıkları bütünlüklü bir anlamın yazarın kroniği kaleme aldığı dönemde henüz oluşma aşamasında olduğu düşünülebilir. Zikredilen kelimeler aşağıda görüleceği üzere, ancak ve ancak gâzi ve gazâ kavramlarına atıfla ve adetâ onların birer mütemimcüzü olarak Âşıkpaşazâde Târihi’nde yerlerini almışlardır. Söz konusu hâkimiyet kavram(lar)ı nelere atıfta bulunuyor ve bunlar nasıl bir terminolojiye dönüştürülmüş, soruları irdelemelerimizi yönlendirecektir.


1. Âl-i Osman Kavramı

Âşıkpaşazâde’nin, manzum ve nesir satırlarda sıkça atıfta bulunduğu Osmanlı âilesinin, seçilmişliği neler ile açıklanabilir? Şöyle de sorulabilir: Neden Âl-i Osman da bir başka aile değil? Esasen Âşıkpaşazâde’nin kendi ifadesiyle bu menâkıbı kaleme almasının sebebi doğrudan Âl-i Osman içindir: Yazar, Osman’nın nesebinin tarihî izlerini, onlarla ilgili kendisine sual eden gâzilere tanıtmak niyetiyle vekâyinâme yazmaya karar vermiştir. Dolayısıyla yazarımız, kroniğinde bu soruların cevabı olabilecek bir arkaplana yer vermektedir. Âşıkpaşazâde, menâkıbnâmeyi yazma nedenlerini manzum olarak şöyle anlatır:

Devrümde olanı defter etdüm
Oğuzdan olan Gök Alpe gitdüm
Yazdum menâkıb-ı Âl-i Osman
Guzzât-ı kâmil ü han u sultan
Dedüm deyem neseb ve neslin
Kim anlayasın bu hanlar aslın
Neden oldı anı beyân edeyin
Bu gâzileri âyân edeyin
Âşıkpaşazâde’ye göre, Âl-i Osman’ın Anadolu’daki ilk atası olan Ertuğrul Gâzi’nin Rûm’a gelişine dâir çeşitli rivâyetler vardır; ancak gerçek olanı onun tarafından zikredilenidir. Ertuğrul, oğlu Saru Yatı’yı Selçuklu Sultanı Alaaddin’e gönderir ve kendilerine gazâ edebilecekleri bir yurt göstermesini ister. Onların Anadolu’ya gelmelerinden mutluluk duyan Sultan, Söğüt’ü onlara yurt; Domaniç’i de yaylak olarak tahsis eder. Ertuğrul’un ardından beyliğe, oğlu Osman seçilir. Osman, bu bölgede gazâya devam ederken bir gece rüyasında, kendi topluluğu arasında bulunan ve zaman zaman gidip geldiği aziz bir şeyhin koynundan bir ay doğduğunu ve bu ayın gelip kendi koynuna girdiğini; girer girmez karnından bir ağacın bittiğini görür. Ağacın gölgesi bütün âlemi tutmaktadır. Sabah olunca gidip şeyhi bulur ve rüyasını anlatır. Şeyh Edebali ona rüyasını yorumlar: Allah’ın Osman’a ve nesline padişahlık ihsan ettiği müjdesini verir; bununla da kalmayarak kızını Osman’a vermeyi teklif eder. Edebali’nin bu teklifi Osman tarafından kabul görecektir. Böylece, Osman, bölgenin en popüler şeyhinin kızıyla da evlenerek, soyuna uhrevî bir aşı da yapacaktır. Osman’ın rüyasının bölgenin dinî otoritesi tarafından yorumu ve onun damatlığını kabul edişi ile Âl-i Osman’ın saltanata liyakati kutsal anlamda da tescil edilmiştir. Âşıkpaşazâde, yukarıda aktarılan bilgileri, Edebali ağzından verdiği manzum satırlarla da pekiştirmektedir.


Der oğlum nusrat u fırsat senündür
Hidâyet menzili ni’met senündür
Sana verildi baht u düşmesün taht
Ezeli tâ ebed devlet senündür
Senin neslüne âlem rahat ola
Dualar neslüne erden senündür
Yana çıraklarunuz âlem içre
Döşene sofralar dâvet senündür
İki cihanda hayr ilen anılmak
Neseb ü nesl ilen burhan senündür
Çü Hakdan erdi sana baht u devlet
Cihan içre olan devran senündür
Süleymânı zamanun menba’ısan
Ki ins ü cine hem ferman senündür

Yukarıdaki beyirlerden anlaşıldığı üzere, Âşıkpaşazâde, Âl-i Osman’ın seçilmişliğini Tanrı’nın bir lütfu olarak takdim etmektedir. Böylece ona ezelden ebede devlet etme ayrıcalığı verilmiştir. Öyle ki onun devletinin hakimiyet biçimi Süleyman Peygamber’in tüm dünyevî ve uhrevî yaratıklara hâkim olabilen zamanı gibidir; dolayısıyla bu bir cihan saltanatı ve devletidir.

Fuad Köprülü, Osmanlı’nın kuruluşunu konu ettiği meşhur eserinde Osman’ın rüyasına benzer rüya rivayetleriyle Herodot’tan itibaren, İlkzaman ve Ortazaman kronikçilerinde sık sık karşılaşıldığını ifade etmektedir. Bununla birlikte Osman’ın rüyasının tam bir prototipi, tarihçi Reşidüddin tarafından bir Oğuz menkıbesi olarak aktarılan rüyadır: Oğuzlara mensup olan Tuğrul ve iki kardeşinin gelecekteki hükümdarlıkları, daha birer küçük çocukken, babalarının gördüğü rüyayla bildirilmiştir. Çocukların babası rüyasında, göbeğinden üç büyük ağaç bittiğini, ağaçların büyüyerek göklere eriştiğini ve tüm dünyayı gölgelerinin altına aldığını görür. Rüyayı kabilenin kâhinine yorumlatan baba, çocuklarının büyük hükümdarlar olacağını, fakta bu sırrı saklaması cevabını almıştır. Gerçekten, Osman’ın ağaç motifli rüyası Tuğrul’un babasının gördüğü rüyanın nerdeyse aynısıdır. Bu anlamda Köprülü’nün tespit ettiği üzere, zikredilen rüyanın sözlü Oğuz kültürüne yerleşmiş ve oradan Anadolu’ya taşınmış olma ihtimali çok yüksektir.

Âşıkpaşazâde, rüyâ vakası sonrasında Osman Gâzi’nin kendisi ve nesli adına dönemin Anadolu idarî otoritesi, Selçuklu Sultanı’ndan nasıl olur aldığını hikâye etmektedir. Giriştiği gazâlarda, Osman’a karşı Selçuklu’ya tâbi olan Hıristiyan Rum beylerinin birleştiği haberini alan Sultan Alaaddin, Osman’a yardımcı bir orduyla birlikte Kuzey-batı Anadolu’ya gider. Birlikte gazâ edecekleri sırada Sultan, Tatarlar’ın Ereğli’ye saldırdığı haberini alır ve oraya gitmek zorunda kalır. Ancak, ayrılırken Osman’ı yanına çağırır ve ona şunları söyler:

Oğul, Osman Gâzi! Sende saadet nişânı çokdur. Sana ve neslüne âlemde mukabil olıcı yokdur. Benüm duam ve Allahun inâyeti ve evliyânun himmeti ve Muhammedün mu’cizâtısenün ile biledür…

Böylece, Osman’ın ve nesebinin hâkimiyeti, mevcut Anadolu saltanat otoritesi tarafından da meşrûlaştırılmış olmaktadır. Bir başka deyişle, Âşıkpaşazâde, tarihinde, Âl-i Osman’ın devlet etme liyakatinin, hem uhrevî hem de dünyevî anlamda takdis edilmiş olduğunu vurgulamaktadır.

Âşıkpaşazâde, Sultan Alaaddin ile iyi ilişkilerine rağmen, Osman Gâzi’nin istiklâlî olarak hüküm sürme kararı alışını, Karacahisar’ın fethi sonrasına koymaktadır. Bölgenin fethini müteakip, Osman Bey, hisarı çevre illerden gelen insanlarla şenlendirir; kiliselerini mescide çevirir ve bir pazar yeri oluşturur. Ardından Osman’ın kavmi, burada Cuma namazını kılma ve hisara Selçuklu Sultanı’ndan bir kadı istemeye kararını alırlar. Söz konusu kadı meselesi Osman Gâzi’ye aktarılınca o, kadılığı diledikleri kişiye verebileceklerini söyler. Bunun üzerine aralarında bulunan imamları Dursun Fakı, bu konuda Sultan’ın izni olması gerektiğini hatırlatır. Osman Gazi ise izin şartına itiraz eder ve der ki:

Bu şehiri ben hod kendi kılıcım ile aldum. Bunda Sultanun ne dahli var kim andan izin alam. Ona sultanlık veren Allah bana da gazâyile hanlık verdi. Ve ger minneti şu sancağ ise ben hod dahı sancağ götürüb kâfirler ile uğraşdum. Ve ger ol, ben Âl-i Salçukvan der ise, ben hod Gök Alp oğlıyın derin. Ve ger bu vilâyte ben anlardan öndin geldüm der ise Süleymanşah dedem hod andan evvel geldi.

Osman Gâzi’nin yaptığı konuşma ile kavmin ileri gelenleri ikna olur ve Dursun Fakı kadı ve hâtip olarak tâyin edilir. Böylece Cuma hutbesi ilk kez Karacahisar’da okunur. Âşıkpaşazâde’nin, Osman Gâzi ağzından kadı atanması vesilesiyle verdiği yukarıdaki konuşma, adetâ Selçuklu Devletine karşı bir bağımsızlık bildirgesi niteliğindedir. Bilindiği gibi, bir şehirde adâleti temsilen kadı’nın bulunması, pazarın olması ve Cuma namazlarında okunan hutbenin devrin hükümdârı adına okutulması temel hâkimiyet göstergeleridir. Osman Bey, bunları sağlamakla istiklâlî hâkimiyetinin temelini atmaktadır. Diğer taraftan, Osman, aynı topraklar üzerinde hâkimiyet iddiasını sürdüren ve o güne değin kendilerinin de tâbi olduğu Selçuklular ile de ipleri koparmakta; ancak bunu yaparken belli bir meşrûiyet zemini inşâ etmektedir. Anılan noktada, Osman Gâzi’nin ileri sürdüğü meşrûiyet gerekçeleri enteresan durmaktadır. Sultana danışılmadan ve yardım almadan bir şehre karşı girişilen ve fetihle neticelenen bir gazâ vakası; Tanrı’nın Âl-i Selçuk’a verdiği Sultanlık karşısında Osman’ın nesebine gazâ etmeleri vesilesiyle verdiği Hanlık; egemenlik sembolü bir sancak; önemli bir âileye mensûbiyet ve hâlen üzerinde bulunulan topraklarla kurulan öncelik sonralık ilişkisi.

Âşıkpaşazâde, kroniğinde Osman’ın bağımsızlığıyla geldiği bu aşamayı, önceki aşamalarla da desteklemiştir. Selçuklu Sultanının, âilenin gücünü teslim etmiş olması ve rüyâ bahsi bu durumun hazırlayıcısı niteliğinde görünmektedir. Âl-i Osman’ın seçilmişliğiyle ilgili sorumuza dönersek, geldiğimiz noktada, Osman’ın âilesinin kutsanmış ve hâkimiyet liyâkâtine sahip olması, diğer âller arasından yapılmış bir tercihden ziyâde diğerleri gibi onun da belli koşullara sahip olmasıyla açıklanabilir durmaktadır.

Âl-i Osman’ın hâkimiyetine ilişkin diğer Osmanlı kroniklerinin aktardıkları, yer yer özgün veriler sunarken, çoğunda Âşıkpaşazâde’ye referans gösterilebilecek bilgilerle donanmıştır. Şimdi biraz onlara bakalım. Tursun Bey’e göre, Tanrı tarafından Âl-i Osman’a, saltanat ve cihansahipliğine (saltanat ü cihândâr) neden olacak çeşitli özellikler verilmiştir –ki bunlar, hiçbir devrin pâdişah hânedanına müyesser olmamıştır. Cihangîrlik tavrı, cihanı açan kâideler, askerin tertibi, savaş aletleri imal edebilme, safları sıkılaştırma/kuvvetlendirme, alayları hayırlı işlere yöneltme, memleketi imar etme, adâleti yayma, saltanat hükümlerini yükseltme, şeriat sınırlarını muhafaza, hayrat etme kuralları koyma, hayrına iş yapma âdetini yayma ve sayılarını çoğaltma, tehçizatı artırma, hazineler ve defineler toplama bunlardan bazılarıdır. Bu özelliklerle Âl-i Osman’a, Tanrı devlet etme gücünü ihsan etmiştir; devlet ile o, tüm cihan halkını kendisine bağlayacaktır.

Tursun Bey’in Osmanlı ailesinin hâkimiyetine ilişkin verdiği bilgiler arasında, hânedanın nesebî arkaplanına herhangi bir atıf yoktur. Yukarıdaki satırlardan, Allah’ın Osmanlı ailesine önceki hanedanlara vermediği çeşitte hükümranlık vasıfları ihsan ettiğinden gayrı bir algı uyanmıyor. Özetle, Tursun Bey’e göre Âl-i Osman’ın hâkimiyetini, sahip oldukları hasletler nedeniyle Tanrı istemiştir ve olmuştur.

Neşrî ise Osman’ın soyunu Rûm ülkesinin hâkimi durumuna getiren süreçle ilgili, Tursun Bey’de olmayan bununla birlikte bazı noktalarda Âşıkpaşazâde ile çakışan bilgiler vermektedir. Ona göre Osman, daha babasının sağlığında kardeşleri arasında en bahadırı olarak etrâkun yiğidini etrafına toplamıştı. Ayrıca, kardeşleriyle birlikte kendi boyları içinde hâkim olan Osman’a, tüm göçer evli etrâk mahkûm olmuştu. Neşrî, Âşıkpaşazâde’de olmadığı haliyle bu dönemde Osman’ın, bir köy imamının evinde konuk olduğunu ve o gece ilk kez Kur’an’la tanıştığını ve bir de rüya gördüğünü bildirir. Rüyasında Osman’a Allah tarafından, Kitab’a hürmeti nedeniyle kendisinin, evladının, kendisine tâbi olanların ve eşyalarının âlemde ebedî muazzez ü mükerrem ü muhterem kılındığı bildirilmiştir. Anılan bu ilk rüyâ olayıyla Osman, yazar tarafından İslâm’la tanıştırılmaktadır. Müteakiben, Ertuğrul Bey vefat eder ve yerine oğlu Osman, bey olur.

Osman bu yıllarda ikinci bir etkileyici rüya ile Tanrı’dan saltanat işaretini alacaktır. İşte bu rüya küçük farklarla, Âşıkpaşazâde’nin aktardığı rüyadır. Neşrî’nin Edebali’nin oğlundan naklettiğini bildirdiği rüya menkıbesine göre Osman, daha önceleri de ara ara yaptığı gibi, yine bir gece, kendi halkı arasında ilmiyle meşhur olan Şeyh Edebali’nin zâviyesinde misafir olur. Rüyasında Şeyhin koynundan bir ay çıkıp kendi koynuna girdiğini; hemen ardından göbeğinden bir ağaç bitip tüm âlemi tuttuğunu görür. Ertesi gün rüyayı Şeyh Edebali’ye yorumlatır ve kendisine ve evladına Allah tarafından saltanat verildiği karşılığını alır. Şeyhe göre, bu saltanat tüm âleme hâkim olacak bir saltanattır.

Neşrî, tarihinde, bağımsızlığın Osman Gâzi’ye Selçuklularca teslim edilmesi biçiminde, farklı bir istiklâl hikâyesi anlatmaktadır. Buna göre, İznik’i fethi için çevresindeki diğer Türk beylerinin Osman’a yardımcı olmasını isteyen Selçuklu Sultanı Alaaddin, Konya’dan Osman’a, hâkimiyet sembolleri olan davul, alem, kılıç, at ve hilat gönderir. Neşrî’ye göre Osman, bu göstergelere sahip olduğu anda bir nevi bağımsız olmuştur; ancak, edebe riayetle, sikkesinde ve hutbelerde yine Sultan Alaaddin’in adı geçmektedir. Osman Gâzi’nin ziyaret için Konya’ya gideceği o günlerde, Sultan Alaaddin’in vefat ettiği ve yerine vârisi olmadığı için vezirinin geçtiği haberi gelir. İşte bu aşamada Neşrî, kronolojik bir karmaşa ile Karacahisar’ın fethine döner ve Âşıkpaşazâde’nin bildirdiği gibi, Osman’ın, istiklâl kararı aldığını ve Karacahisar’a Tursun Fakih’i (Dursun Fakı) hem kadı hem de hatip olarak atadığını anlatır. Özetle Neşrî’nin tarihinde, Osman Gâzi’nin istiklâlî hâkimiyetini ilan etmesi, Selçuklu Devleti ilişkili ve katkılı olarak verilirken, Âşıkpaşazâde, Osman Gâzi’nin Karacahisar’ın fethiyle birlikte, Selçuklu’ya rağmen istiklâlî padişâh olduğunu vurgulamaktadır.

Lütfi Paşa, tevârihinde, Âl-i Osman’ın hâkimiyetini yüzyıl teorisi biçiminde adlandırabileceğimiz karşılaştırmalı bir analize tâbi tutarak veriyor. XVI. yüzyıl devlet adamı Lütfi Paşa, ilgili bahse o güne kadar yazılan tevârihlerden edindiği bilgiler ışığında, Osman Gâzi’nin beylenmesine kadar, Moğolların her iklimde Müslümanlar üzerinde gâlip olduğunu vurgulyarak başlamaktadır. Dönemin hâkim Anadolu hânedanı Sünnî Selçuklular da onlara tâbî bir şekilde ülkelerini yönetmektedirler. Putperest Moğollar, bulundukları her yerde kendi yaşam biçimlerince bir düzen sürdürüyor ve bununla da kalmayıp, Anadolu’nun Müslüman halkına, dinî kuralları ve geleneklerine uymayan çeşitli şekillerde, kendi hayat biçimlerine katkı sağlamaları yönünde baskı uyguluyorlardır. Örneğin gittikleri şehir, kasaba, köy ve mescidlerde, puthânler kurmakta; yollardaki yüksek yerlerde putlarını koyacak oyuklar hazırlayıp, oralarda bunlara tapınmaktadırlar. Kondukları yerlerde konukluk; menzilden ayrılırken ulak istemektedirler. Sıradan bir Tatar, konduğu köyde, çeşitli yemekler yiyip yatmaya razı olmamaktadır; şarap ve kadın talep etmektedir. Halk, çaresiz bir şekilde bunların tedarikine gitmekte, Moğolların zikredilen gayrı-İslâmi isteklerine cevap vermek zorunda kalmaktadır. Lütfi Paşa, tam bu noktada Peygamberin bir hadisini vererek, anlattığı olumsuzlukları başta sözünü ettiğimiz yüzyıl teorisine bağlar. İslam’ın yedinci yüzyılının başına denk gelen bu devirde, daha önceki her yüzyıl başında olduğu gibi, Allah’ın seçtiği biri ortaya çıkıp İslâm’ı ihyâ edip yeniden canlandıracaktır. Lütfi Paşa’nın Tevârih-i Firdevs’e dayandırdığı üzere, bu şahıs 700/1300(M) yılında İslâm’ı seçen ve Selçuklu Sultanı Gıyasettin Mesut tarafından beylik unvanı verilen Osman Gâzi’dir.

Lütfi Paşa’nın, vekâyinâmesinde, Âl-i Osman’ın hâkimiyetine dâir yukarıdaki din temelli paradigması yanında, Âşıkpaşazâde ve Neşrî’de rastladığımız rüya vakası da yer almaktadır. Âşıkpaşazâde gibi Lütfi Paşa’ya göre de Osman Gâzi, bu rüyayı Edebali’nin evinde uyuduğu halde değil, bildirilmeye gerek görülmeyen bir yerde ¬belki kendi yatağında¬¬¬ görmüştür. Tarihçi, rüya vakasının hemen ardından, Osman Gâzi’nin diğer Oğuz beyleri arasından beyliğe nasıl seçildiği yönünde malumât vermektedir. Yazara göre Osman, Ertuğrul’un vefatından sonra Selçuklularca babasına haraç verilen Bilecik-Karacahisar arasındaki bölgede, ailesi ve kendi boyları arasında hâkimiyeti ele geçirmiş; göçer evli Türklerin tümü ona tâbi olmuşlardır. Lütfi Paşa da Âşıkpaşazâde gibi, Osman Gâzi’nin hâkimiyet ilânını, Selçuklu’yla bağlantısız olarak aktarmaktadır. Onun farklı hikâyesine göre, bölgenin uç beyleri, Tatar zulmünden bıkmış bir halde Osman Gâzi’ye gelirler ve onu Oğuz’dan sonra gelen Kayı Han neslinden olması sebebiyle kendilerine Han seçmek isterler. Beylere göre, Selçuklulardan da artık ümit kesilmiştir. Memleketin çoğu ellerinden gitmiş ve Tatarlar onların üzerinde galibiyet kazanmıştır. Ayrıca, Selçukluların, geçmişte Osman’ın büyükleriyle de iyi ilişkileri vardır ve uçları onlara icâzet vererek beylemişlerdir; dolayısıyla Osman Bey’de saltanat ve hanlığa liyâkat vardır ve onların Hanı olmalıdır. Beyler şunu da hatırlatırlar ki saltanat, ya ittifakla ya istihkakla olur. Dolayısıyla aralarında yaratılan ittifakla Osman’ı kendilerine Han seçeceklerdir. Böylece başlarında Osman Gâzi olduğu halde, hep birlikte gazâ yapma kararı alırlar ve Oğuz töresine göre üç kere eğilip yere baş koyarlar; ballardan ve kımızlardan Osman Gâzi’ye kadeh sunar, padişahlığını kutlarlar.

Yukarıda Âşıkpaşazâde ve diğer Osmanlı kroniklerine dayanılarak verilen bilgiler, Âl-i Osman’ın hâkimiyetinin temelde şu özelliklere dayandırıldığını vurgulamaktadır:
1. Türklerin atası Oğuz Kağan’a uzanan bir nesebe sahip olmaları
2. Güç, cesaret, adâlet ve hâkimiyete liyakatları nedenleri ile diğer Oğuz boyları arasında sıyrılmış olmaları
3. Tanrı tarafından, hâkimiyetlerine delil olacak işaretin gelmiş olduğuna inanılması
4. Küffar iller üzerine yaptıkları gazâlarla İslâm’ı yaymaları

Kuruluş dönemine dâir önemli çalışmalar yapan Profesör İnalcık’ın tespitleri de yukarıda Âl-i Osman’ın hâkimiyetine ilişkin sıraladığımız noktaları destekler niteliktedir. Tarihçi, Âl-i Osman’ın hakimiyetini meşrulaştırmada iki temel iddianın mevcut olduğunu belirtmektedir. Bunlar, hükümdar soyu (neseb) ve gazâ tasavvurlarıdır.


2. Gazâ/Gâzi

Yukarıda değindiğimiz Âl-i Osman kavramından sonra Âşıkpaşazâde’de bu kavramın ayrılmaz sıfatı biçiminde duran gâziliğe bakalım. Gazâ ve cihadın, İslâm referanslı kavramlar olduğunu ve dini yaymak uğruna yapılan kutsal savaş anlamına geldiğini biliyoruz. Ve biliyoruz ki esasen Türkler, Müslümanlığı seçmeden evvelki hayatlarında, konar göçer hayat tarzlarını desteklemek ve engel olan unsurları ortadan kaldırmak amacıyla alp sıfatıyla gâzilik benzeri bir pratik sürdürüyorlardı. Köprülü’nün, alp kelimesinin etimolojisi ile ilgili makalesinde ifade ettiği gibi, büyük göçebe imparatorlukları kuran Türkler, herşeyden çok askerî teşkilata ve kahramanlık seciyelerine değer vermektelerdi. Tarihçi bunun nedenini boylar arasında ve yabancı kavimlerle girişilen savaşlar ile akın ve istilâ geleneğine bağlamaktadır. Anılan nedenler en yüksek şeref mevkiinin kahramanlara verilmesinin sebebidir. Türklerin, savaşı ve dolayısıyla kahramanlığı içselleştirme şartlarına sahip yaşam biçimleri, İslamlaşmaları ve yerleşik hayata geçmelerinden sonra gazâ fikrine dönüşerek kolaylıkla kurumsallaşmış görünmektedir.

Alp kelimesi bir çok Türk lehçesinde kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelmektedir ve aynı zamanda askerî bir asalet unvanıdır. Özel isim olarak da sıklıkla kullanılmış olan alp kavramının İslamiyet öncesi anlam içeriğiyle gâzi kavramı büyük oranda örtüşmektedir. O halde gâzi kavramını, alp ve yakın anlamlar taşıyan bagatar (batur), sökmen, çapar gibi diğer Orta Asya Türk savaşçısı sıfatlarıyla örtüşen tarafı dışında farklı kılan, yalnızca onun İslâm motivasyonudur. Şu da unutulmamalıdır ki Türkler, Müslümanlıkla birlikte alp ve diğer savaşçı sıfatları İslamî karakterlerle donatarak, kavramları İslamlaştırmışlardır. Ancak, Osmanlı kroniklerinde gördüğümüz gibi, genel kullanım sıklığı doğrudan İslâmî bir etimololojiye sahip olan gâzi kavramına aittir.

Gâzi sıfatının Osmanlı dönemi öncesinde, daha Türklerin Anadolu’yla tanıştıkları yıllarda pratik olarak taşındığını, döneme ilişkin sözlü kültürden yazıya aktarılan eserlerle test edebiliyoruz. Bu bağlamda Dânişmendnâme ve Saltuknâme’nin rehberliği kayda değer olmalıdır. Danişmend Gâzi’nin –daha sonra Müslümanlığı seçip kendisinin sıkı bir yoldaşı olacak– Artuhi ile ilk karşılaşmasında aralarında geçen metaforik diyalog aynen şöyledir:

[Artuhi] Ey kişi! Adun nedür? didi. Melik: Adum Ahmed, lakabum Dânişmend’dür didi. Ol yigit eytdi: Rûma niçün geldün? didi. Melik eytdi: Gerekdür ki bu illeri Müslümanlık eyleyem didi. Ol yigit bu sözi işidüp: Câzûy-umışsın didi. Melik eytdi: Hâşâ ki câzû olam, müslümânam didi. Ol yigit bu sözleri işidüp Melik’ün dînine âşık oldı.

Görüldüğü üzere, Anadolu illerini İslâm’a dâhil etmek için Rûm’a gelmiş bir Müslüman olarak tanımlanan Dânişmend Gâzi’ye, karşı tarafın zihniyle verilen cevapta, bu durumun ne kadar kabul edilemez olduğuna ilişkin olarak, Hıristiyanlık referanslı bir kavramla, cadılıkla mukabele edilmektedir. Diyalogun finalinde gözlenen naif tablo ise yine dînî kaygılarla oluşturulmuş gözükmektedir.

Türklerin Anadolu’da bulunma nedeni olarak ortaya koyulan gazâ ve fetih gelenekleriyle ilgili olarak, sözlü kültürden yazıya aktarılmış diğer bir eser olan Saltuknâme, gazâya gitmeme durumunun, toplumsal anlamda ne kadar alçaltıcı bir konum olduğunu Tatar Hanı’nın ağzından verilen bir nasihatla vurgulamaktadır:

Dîn-i İslâm yolına gayret kılıcın ele alup kâfire urun. Ad ve san sakınun kim gazâdan kaçmak aybdur ki avratlarınuz yanında yüzünüz kalmaz. Er olan gayret üzre ölmek gerekdür. Dünyada muhannes [korkak, namert] adla diri olup yürümekden, bir gün evvel ölmek yiğrekdür.

Âl-i Osman ve gazâ kavramlarıyla ilgili yukarıda verilen mâlumat ışığında tekrar kroniğimizin ilgilendiğimiz bölümüne dönelim. Âşıkpaşazâde, II. Mehmed’in hükümranlığına değinmeye, babası II. Murad’ın feragatle Manisa’ya çekilerek, oğlunu tahta oturtması vesilesiyle; ve Âl-i Osman’ın gâziliğini merkeze alan bir terminolojiyle başlar. II. Murad tahttan feragatine karşın, tekrar ordunun başına geçmek zorunda kalmış ve Varna Zaferi’ni elde etmiştir. Âşıkpaşazâde’nin, zafer münasebetiyle Osmanlı hanedanının gâziliğini öven beyitleri şöyledir:

Gazâlar kim edübdür Âl-i Osman
Vilâyet kâfirin etdi müsülman
Kaçanı komadılar yağılarda
Dileyene dahı vermediler aman
Bu âl kim âlem içre gâzi oldu
Bu âlün müştakı oldu Süleyman
Hûri vü ins cinn ü vahş u tuyûr
Bu âle oldılar cümlesi ferman
Muhammed ümmetinün haslarıdur
Bu âldür kim eder i‘lâl-i îman

Görüldüğü üzere Âşıkpaşazâde, Osmanlı nesebini/âilesini, yukarıdaki bilgileri destekler biçimde, gazâlar yaparak İslâma olan imanı yücelten ve böylece tüm âlemi kendisine bağlayan bir hânedan biçiminde resmetmektedir. Yazara göre onlar, gâzilikleri vasıtasıyla dünya üzerinde Süleyman Peygamber’i dahi heveslendirecek bir hâkimiyet elde etmişlerdir; öyle ki yalnızca insanlar değil hayvanlar ve cinler de onların emirleri altındadır.

Âşıkpaşazâde, “Devr-i Sultan Mehmed Han Gâzi Geldi” başlığının altında babasınının ardından yeni pâdişahın saltanatını, hâkimiyetinin sınırsızlığını vurgulayan güzel sözlerle karşılar:

Gene bir kurs gün doğdı cihana
Musavver oldı ef’âlde nişâne Dola garba ve şarka, berre, bahre
Ola güneş gibi lutfı ‘ayâne

Bir selâmlama niteliği taşıyan yukarıdaki iki beyitin, temeli olan güneş imgesi, yeni padişahın doğuya, batıya; karalara ve denizlere; dolayısıyla tüm âleme dolan lütfuyla özdeşleştirilmiştir. Padişahın bir güneş gibi her yana saçtığı lütfu ya da ihsânının maddî ve manevî kaynağı, hâkimiyetinin ayrılmaz parçası olan gazâ kudretinden gelmektedir. Devam eden beyitlerde Âşıkpaşazâde, anılan kudretle onun, tüm direnen kâfirleri dize getireceğini; onların düzenlerini ortadan kaldırarak adâletiyle, yeniden mâmur edeceğini anlatır.

Kılıcından anun ditreye dağlar
Bulutlar kaça gireler dumana Arab ve Acem ü Bulgar u Hinde
Vara hükmi ki tez gelün divâna

Muti‘ ola cihan mahlûkı düpdüz
Bu şâhun hükmine kamu yegâne
Temerrüd ehli kâfiri kıra ol
Ede sarayların köşkin virâne

Dü kevni adli, bedli ma’mur ede
Deyeler şâhinşâh geldi beyâna

Görüldüğü gibi Âşıkpaşazâde’nin II. Mehmed’i öven beyitlerinde kullandığı terminoloji, onun önceki iki beyitte olduğu gibi, sınırları aşan bir cihân hâkimiyeti biçiminde resmedilmektedir. Osman Turan’a göre Türklerdeki cihan hâkimiyeti fikri tâ Hunların dönemine kadar tespit edilebilir durumdadır. Hunlar ve sonra gelen Türk hükümdarları bu ideali, kendilerinin Tanrı tarafından tahta çıkartıldıkları sebebiyle taşımışlardır. Göktürk Hükümdarı Tardu Han, Akhunlara gâlip gelmesi nedeniyle Bizans İmparatoru’na gönderdiği zafer bildirgesine, Dünyada yedi iklim ve yedi ırkın büyük kağanından Romalılar İmparatoruna… cümlesiyle başlamaktadır. Dolayısıyla, Âşıkpaşazâde’nin Fâtih Sultan Mehmed’in İslam referanslı gazâ kurumuyla ilşkilendirdiği hâkimiyet biçimi, esasen onun atalarının Orta Asya idare gelenekleriyle de örtüşmektedir.

Âşıkpaşazâde’nin Mora Fethi sonrasına eklediği aşağıdaki beyitleri de bu anlamı destekler niteliktedir.

Muhammed Hana kim Hak mu‘in oldı
Gaziler cümlesi bil mün’im oldı Bu han kim kâfire saldı kılıcın
Kamu kâfir cihanda mağbun oldı

Bu hanun keybeti dutdı cihanı
Bu han kamu handan key, muhsin oldı
Salâbetin işiden heb selâtin
Dağıldı aklı bunlar mecnun oldı

Çü doldı şarka, garba adli bedli
Menâkıb-ı Âl-i Osman mevzun oldı
Bu hana kim muti‘ oldı cihanda
Sa‘adet buldı, tâli‘ meymun oldı


Âşıkpaşazâde, Kefe’nin fethini nesir olarak hikâye ettiği bölümde, Osmanlı hâkimiyet dilinin çarpıcı bir örneği sayılabilecek bir tarzda okuruna seslenir. Öncelikle, II. Mehmed’in sıfatı şöyledir: Sultânü’l-Mücâhidîn Sultan Mehmed Han Gâzî. Yazar tarafından Cihat eden sultanların sultanı olarak takdim edilen Fâtih, Vilâyet-i Rûm’u tamamen feth etmiş, buraların hanlarını ve beylerini nesep ve nesilleriyle birlikte bölgelerinden çekip çıkartmıştır. Ardından Karadeniz kıyılarını da feth etmeye niyetlenen Sultan’ın amacı buralarda bulunan adalarda da kendi adına hutbe-i İslâm’ın okunmasını sağlamaktır. Bu yönde Gedik Ahmed Paşa’yı görevlendirir ve hemen ertesi sabah nakkâreler çalınır, sancaklar çözülür ve gemiler donanır; gâziler niyyet-i gazâ ederler. Allah’ın emriyle yola çıkarlar. Denizin üzeri, envâr-ı İslâm ile münevver [İslâm’ın nuru ile aydınlanmış] olmuştur. Yetmiş bin kadar sünnî gâzi, gece-gündüz denizde giderler. Kefe’ye vardıklarında Ahmet Paşa onlara şöyle seslenir: Hay gâziler! Gayret-i İslâm edün kim bu Kefe, dârü’l-İslâmun üzerinde igen havâledür [başkasına bırakılmıştır]. Bunı aradan götürelüm, eger Allah verür ise… Kalede bulunan yöneticilerle görüşülür ve şehri teslim etmeleri üzerine aman verilir; böylece Kefe feth edilmiş olur. Hemen pâdişahın sancağı hisara sokulur; kalenin bedenlerinde nevbet-i Sultanî vurulur; müezzinler hûb avaz ile [güzel sesleriyle] ezanlar okurlar; kiliselerin çanları sökülür ve bir ulu kiliseyi câmiye çevirirler. Burada Cuma namazı kılınır ve hutbe-i İslâm Mehmed Han Gâzi adına okunur. Ardından gâzilere hilatlar giydirilir; ulemâ ve fukarâya ihsanlarda bulunulur. Kefe tekfürünün hazinesine el koyulur; ve de bölgenin tahririne girişilir.

Âşıkpaşazâde’nin Kefe’nin fethini anlatırken kullandığı terminoloji esasen, erken-Osmanlı hâkimiyetinin belkemiği niteliğindeki gazâ kurumu sembolleri ile (sancak, davul, mescid, ezan, hutbe vb.) bir bölgenin fetih planı ve fetih pratiğinin dile nasıl yansıtıldığının önemli bir örneklemidir.

İmdi, sondan başa doğru baktığımızda kronik yazarının, II. Mehmed dönemiyle ilgili olarak kullandığı dil, doğrudan Osmanlı’nın kendisine yaşam alanı yaratan yeni topraklar fethetme pratiğini meşrûlaştırma üzerine kurulmuştur, diyebiliriz. Görüldüğü üzere o, bu meşrûlaştırmayı gazâ kılıcını elinde tutmakla hâkimiyete istihkak kazanan seçkin soy, Âl-i Osman’nın, gâzilik tarafına vurguda bulunan bir terminolojiyle gerçekleştirmektedir. Fikir-zikir meselinden yola çıkarsak, Fâtih Sultan Mehmed’in İskender ve Roma’dan ilham alan bir imparatorluk düşü olduğu kaynaklara yansımıştır ; ancak onun bunu, atalarının yaptığı gibi gazâ niyetiyle yaptığını da biliyoruz. Dolayısıyla, dönemin çağdaşı olan Âşıkpaşazâde’nin vekâyinâmesinde kullandığı âl ve gazâ ağırlıklı hâkimiyet terminolojisi, bu anlam evreni içinde son derece anlaşılır durmaktadır.



Bibliyografya

• Âşıkpaşaoğlu, “Tevârîh-i Âl-i Osman”, Düzenliyen: Çiftçioğlu N. Atsız, Osmanlı Tarihleri (içinde), Türkiye Yayınevi, İstanbul 1949.
• Danişmendnâme, Haz. Necati Demir, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.
• İnalcık, Halil, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I, TTK, Ankara 1995
• İnalcık, Halil, “Âşıkpaşazade Tarihi Nasıl Okunmalı?”, Söğüt’ten İstanbul’a (içinde), Derleyen: Oktay Özel, Mehmet Öz, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2005.
• Kritovulos, İstanbul’un Fethi, Çev. Karolidi, Kaknüs Yay., İstanbul, 2005.
• Köprülü, M. Fuad, “Alp”, Tarih Araştırmaları I (içinde), Akçağ Yayınları, Ankara 2006.
• Köprülü, M. Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, TTK Yayınları, Ankara 1999.
• Lütfi Paşa, Tevârih-i Âl-i Osman, Hazırlayan: Kayhan Atik, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001.
• Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan-nümâ, Yayınlıyanlar: Faik Reşit Unat, Mehmed A. Köymen, Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995.
• Saltuknâme, Şükrü Haluk Akalın, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, c. I, Ankara 1987.
• Tevârîh-i Âl-i Osman, Âşık Paşazâde Târihi, Giriş ve Düzenleme: Âli Bey, Matbaa-ı Âmire, İstanbul 1913/1914.
• Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, İstanbul 1979.
• Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth, Hazırlayan: Mertol Tulum, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1977.

Hiç yorum yok: